KELİMELER BENİ TAŞIYAMIYOR

Bir şey söylemek istemiyorum, çünkü ne söylesem eksik kalacak. İçimde büyüyen o duygu (adı yok, şekli yok, sesi yok) hiçbir cümlenin içine sığmıyor. Kimi zaman boğazıma düğümleniyor, kimi zaman gözlerimin ardına saklanıyor. Ama asla bir kelimeye dönüşmüyor. İnsan bir noktadan sonra anlatmaktan vazgeçmiyor aslında, sadece anlaşılamayacağını biliyor. Ve susmak, tam da bu yüzden bir yenilgi değil; bir sığınak, bir direniş oluyor. Ben konuşmamayı seçtim. Çünkü kelimeler beni taşıyamıyor.

Bazen herkes konuşurken sessiz kalmak, anlatmaktan çok daha yüksek bir çığlıktır. Anlatmak kolaydır çoğu zaman, doğru kelimeyi bulmak ise zordur. Ama ya hiçbiri yetmiyorsa? Ya içimde taşıdığım şey, hiçbir harfin, hiçbir hecenin üzerine inşa edilemeyecek kadar ağırsa? İşte o zaman insan susar. O sessizlik, bir boşluk değil; içinde yankılanan binlerce kırık hayalin uğultusudur. Herkes sana “anlat, içini dök, rahatla” derken, sen hangi kapıya vursan içeriden sessizlik çıkar. Çünkü anlatmak, her zaman iyileştirmez. Bazı şeyler dile geldiğinde daha da eksilir. Yorgunluk da böyle bir şey işte. Bedensel değil, ruhsal bir ağırlık. Göz kapakların değil de kalbin yoruluyor. İnsanlarla değil, kelimelerle bile konuşmaya mecalin kalmıyor. Hiçbir kelime, beni taşıyacak kadar güçlü değil. Hepsi devrilmiş bir cümlenin harfleri gibi; dağınık, eksik ve anlamsız. Ben anlatmayı bırakmadım aslında. Sadece artık içimde anlatacak bir şey kalmadı. Çünkü bazı duygular sadece yaşanır; anlatıldığında küçülür, bozulur, başkalaşır. Ve ben, içimdeki duygunun saf kalmasını istedim. Bütün o karmaşanın, o sessiz çığlıkların kirlenmemesini… Suskunluğum, bu yüzden yüksek sesle haykırıyor. Duyulmaz bir dilde yazılmış bir şiir gibi, sadece anlayabilene hitap ediyor. Kimi zaman kendimi bir yük gibi hissediyorum başkalarına değil, kelimelere. Onların da taşıyamayacağı kadar ağır bir benlik. Çünkü kelimeler narindir; kırılgandır. Oysa ben, içimde kırılmış her parçayı yanımda taşıyorum. Ve hiçbir cümle, bu dağınıklığı toparlayacak kadar derin değil. Belki de anlatmak değil, hissettirmekti bana düşen. Sessizliğimin içinde bir şeyler anlatıyorsam, bu kelimelerin değil, gözlerimin, duruşumun, suskunluğumun marifetidir. Anlatmak için kelimelere ihtiyaç duymaz bazen insan, susarak daha çok şey söylenir. Ve işte ben, en çok o zaman konuşuyorum: sustuğumda. Kelimeler beni taşıyamıyor. Ama belki de ben, artık onların omuzlarında yürümek yerine, kendi içimde yürümeyi öğreniyorum. Çünkü kelimelerden daha güçlü bir şey var: sessizlikte büyüyen, zamanla olgunlaşan, adı konmayan ama iyileştiren bir bilgelik.

Yorgun olabilirim, ama bu bir bitiş değil. Ve belki de asıl anlatmak, yeniden konuşacak cesareti bulduğunda başlıyor. İçimde taşıdığım şeyler hâlâ ağır, evet. Ama artık kelimelerle savaşmak yerine, onları dinlemeyi seçiyorum. Çünkü bazen kelimeler seni taşıyamaz. Ama sen onları taşırsan, gün gelir bir cümleyle hem kendini hem başkasını iyileştirirsin. Ve işte o gün, suskunluğun anlam kazanır.