Hayat, çoğu zaman bir bekleyişler silsilesi değil midir? Otobüs durağında bekleriz, fırının önünde sıraya gireriz, doktorun kapısında adımızın okunmasını bekleriz. Bazen bir telefonun çalmasını, bazen bir mektubun gelmesini, bazen de hayatımızın değişmesini bekleriz. Beklemek, modern yaşamın kaçınılmaz bir parçası gibi.
Ancak bu bekleyişler, çoğu zaman içimizi bir sabırsızlık girdabına sürükler. Zaman akmaz olur, saniyeler uzar, dakikalar bir ömür gibi gelir. Özellikle de sonucunu kestiremediğimiz, kontrolümüzün dışındaki bekleyişler... İşte o zaman beklemek, dayanılmaz bir ağırlığa dönüşür.
Peki ya beklemek aslında bir hafiflik barındırıyorsa? Belki de beklerken, o anın telaşından uzaklaşıp, düşünmeye, hayal kurmaya, iç dünyamıza yolculuk yapmaya fırsat buluruz. Belki de beklemek, bir şeyin değerini anlamamızı sağlar. Uzun süre beklenen bir kavuşma, aceleyle yaşanan bir vedadan çok daha derin izler bırakır.
Edebiyatta ve sanatta beklemek, çoğu zaman önemli bir tema olmuştur. Godot'yu bekleyen karakterlerin umutsuzluğu, bir limana dönmeyi bekleyen geminin melankolisi, sevdiğini hasretle bekleyen aşığın çaresizliği... Tüm bu bekleyişler, insan ruhunun derinliklerine dokunur.
Oysa bazen de beklemek, bir tür teslimiyettir. Hayatın akışına güvenmek, her şeyin kendi zamanı geldiğinde olacağına inanmaktır. Belki de o dayanılmaz ağırlık sandığımız şey, aslında bir hafifliktir. Kontrolü bırakmak, anın tadını çıkarmak, olacak olanı sabırla karşılamaktır.
Bir sonraki bekleyişinizde, belki de o sabırsızlık hissine teslim olmak yerine, etrafınıza farklı bir gözle bakmayı deneyin. Belki de o beklediğiniz otobüs durağında, hayatınızın en ilginç sohbetine denk geleceksiniz. Belki de doktorun kapısında beklerken, okuduğunuz bir kitap sizi bambaşka dünyalara götürecek. Belki de o uzun süren bekleyişin sonunda, umduğunuzdan çok daha güzel bir sürprizle karşılaşacaksınız.