Geçen zaman ve yaşadıklarınız hep anıdır. Anı olabilmesi için mutlaka yaşanmalıdır.
İki anı dedim, biri 1968 yılında diğeri ise 1979 da. Hüznün ağır bastığı üzüldüğüm anılar.
Ben ilkokula o zaman ki adı Cumhuriyet, şimdiki adı Nesrin, Ayşegül Kardeşler İlkokulu olan okulda başladım. 4. Sınıfa kadar bu okulda okudum. 5. Sınıfı ise Zindankale’deki Devrim İlkokulunda tamamladım.
Okul değiştirmek, alışmış ortamın dışına çıkmak zor oluyor. Yeni arkadaşlıklar kurmak vakit alıyor. Neyse uzatmayalım konumuza, anımıza dönelim. 1968 yılı, ilkokulun son zamanları bahar gelmiş, rahmetli öğretmenim Mehmet YENGİNOL bizi sınıfça pikniğe götürüyor.
Babam D.D.Yollarında çalışıyor, Adana’ya görevli gidiyor. Dönüşte bize ilk turfanda domates getiriyor. Eskiden ilk turfanda, son turfanda diye adlandırdığımız meyve ve sebzeler vardı. Öyle dört mevsimde seracılıkla domates v.b. üretimi yoktu. Şimdi her zaman domates bulabilirsiniz.
Pikniğe gideceğiz, anneme yemek için çantama domates koymasını söylüyorum. Ama haklı olarak itiraz ediyor. Oğlum çocuklar imrenir yapma diyor. Dinlemiyorum sızlanıyorum ve üç domates koyduruyorum.
Öğretmenimiz bizleri guruplar halinde oturtuyor. Azık karıştırıyoruz. Ben üç domatesi çıkarıyorum. Arkadaşlar domatesi görünce seviniyorlar. Ben elimi yıkamaya gidiyorum dönüşte domateslerin sayısı ikiye düşmüş. Kim yedi bu domatesi diyorum. Okul bittikten sonra bugüne kadar hiç görmediğim Nazım MUTLU arkadaşım, ben yedim diyor. Biraz kızıyorum. Sonra bütün öğretmenler grup olarak bizlerin yiyeceklerine bakıyorlar. Ve canlarının istediği azıkları alıyorlar. Öğretmenin a burada domates varmış kim getirdi diyor. Ben övünerek, ben getirdim domates üç taneydi birini Nazım yemiş diyorum. Nazım’ın yüzüne bakıyorum kıpkırmızı. Ben onu rencide ediyorum Nazım’ın mahcubiyetle bir ağlamadığı kalıyor. Geri kalan iki domatesi de öğretmenler alıyor. Ama ben yaptığım gafın farkına varıyorum Nazım benimle epeyce hiç konuşmuyor. Bu satırları yazarken sanki ağlayacağım. Ben ne yaptım? Arkadaşımı nasıl üzdüm? İşte helalleşecek günü bekliyorum. Ölene kadar bu anı benimle yaşayacak. Bu durumu anneme de anlatıyorum, rahmetli annem çok kızıyor. Ben sana demedim mi diyor. Ben ise hala üzülüyorum.
İKİNCİ ANIM
Kara Hap Okulunu bitirdim başarılı olduğum için beni O.D.T.Ü. ye yüksek lisans için gönderdiler. Her hafta sonu Konya’ya geliyorum. Pazar akşamı veya Pazartesi sabahı erkenden Ankara’ya dönüyorum. Babam çok hasta. Kötü hastalık onunda pankreasını buluyor. Ne yaptığımı bilmez durumdayım. Teröründe en yoğun olduğu dönem. 12 Eylül ihtilali de oluyor. Bu arada doyamadığım babamı 1979 23 şubatında henüz 59 yaşındayken kaybediyorum. Üzüntüm had safhada…
Bir Cuma günü öğleden sonra Tandoğan’da ki eski otogardan binip Konya’ya geleceğim. Eskiler bilir peronlarda demir borulardan yapılı valizlerinizi koyacağınız yer var. O sıralarda Afganistan’dan bir gurup mülteci getirilmişti, duyuyoruz.
Bu valiz konacak demir boruların bulunduğu yere oturuyorlar. Ekmeklerinin arasına yeşil biberden biberleri katık yapıyorlar. Otobüsün kalmasına 5- 10 dakika var. Ben otobüse oturmuş ve Afganlıların yemek yemesini adeta seyrediyorum. Bir müddet sonra otobüs hareket ediyor. Ben bu mültecilere peynir zeytin v.s. alabilirdim neden almadım. Çok üzüldüm. Cebimde param var, aklıma gelmedi. Üzüntüm ve sinirimden ağladığımı biliyorum. Konya’ya kadar başka bir şey düşünmüyorum.
Aradan yıllar geçiyor ama yardım etmemenin üzüntüsünü hala yaşarım. Hassas bir ruhi yapım var. Hani şair demiş ya; nerde boynu bükük bir garip görsem, hor görme garibi ne derdi vardır. Derdine derman olmak isterim.
Yani Yüce Peygamberimiz buyuruyorlar ki, komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir diyor. Bizden olmak için çırpınıyorum. Rabbim bana ve benim gibi olanlara yardım etsin.
Bakalım haftaya Perşembe bahtımıza bahtınıza hangi yazı çıkacak. Selamlar, hoşçakalın.