Gölgeler gibi süzülürler hayatın içinden. Kalabalıkların arasında kaybolmuş, sessiz adımlarla yürüyen, varlığı fark edilmeyen insanlar… Kimsenin dönüp bakmadığı, hikâyeleri dinlenmeyen, acıları paylaşılmayanlar. Bir köşede unutulmuş bir eşyaya dönüşen, hatırlanmayı bekleyen ruhlar… Onlar, görünmeyenler.
Sabahın erken saatlerinde, şehir yeni uyanırken, köşe başında bekleyen adamı fark ettiniz mi? Elinde yıpranmış bir kâğıt bardak, başı öne eğik, gözleri geçmişin derinliklerinde kaybolmuş… Bir zamanlar bir evi, ailesi, kahkahalarla dolu bir hayatı vardı belki de. Şimdi ise kalabalığın içinde yok hükmünde. İnsanlar yanından geçerken bakışlarını kaçırıyor, kimse o bardağa birkaç bozukluk bırakmıyor. Çünkü onu görmek, gerçeği kabullenmek demek. O yüzden en kolayı, görmezden gelmek. Bir okul koridorunda yürürken köşeye çekilmiş bir çocuğa rastladınız mı hiç? Defterine karalamalar yaparak teneffüslerin bitmesini bekleyen, kimsenin adını bile sormadığı o çocuk… Ne teneffüslerde arkadaşlarının şakalarına karışır ne de bir sohbete dahil olur. Öğretmenleri bile onu fark etmez çoğu zaman. Sessizliğine alışılmıştır çünkü. Kimse anlamaz, duygularını kelimelere dökemediği için içindeki dünyaya sığındığını. Kimse bilmez, geceleri yıldızları izleyerek bir dost aradığını. Sonra bir yaşlı kadın düşünün… Penceresinin önünde saatlerce oturan, dışarıyı izleyen ama kimseyi durduramayan. Gençliğinde belki de neşeli bir kadındı, hayat doluydu, sevildi. Ama zaman her şeyi değiştirdi. Şimdi sesi duyulmayan bir figüre dönüştü. Torunları onu ziyarete gelmiyor, eski dostları birer birer eksildi. Çayını yudumlayarak geçen günleri sayıyor. Gözleri dolduğunda bile, ağladığını gören kimse yok. Çünkü artık görünmez biri o. Görünmeyenlerin hayatları fısırtılardan ibarettir. Göz göze gelmekten kaçınılan, duymamazlıktan gelinen, “Benimle alakası yok” denilerek sırt dönülen hayatlar… Her gün önünden geçtiğimiz, belki bir anlık bakıp geçtiğimiz, ama asla görmediğimiz insanlar. Durakta yanımızda oturan ve gözlerini ayakkabılarından ayırmayan yaşlı adam, her sabah aynı parkta sessizce oturan ve boşluğa bakan kadın, bir okulun bahçesinde tek başına duran çocuk… Hepsi görünmeyenler. Bazı insanların sesi yoktur çünkü dinleyenleri yoktur. Bazılarının hayalleri yoktur çünkü onlara hayal kurma şansı verilmemiştir. Bazılarının hikâyeleri yarım kalmıştır çünkü kimse onların hikâyesini okumak istememiştir. Bir toplum, en zayıf halkası kadar güçlüdür derler. Peki, biz en zayıf halkayı ne kadar görüyoruz? Onları görmek için gözlerimizi açıyor muyuz? Yoksa en iyi bildiğimiz şeyi yapıp, başımızı mı çeviriyoruz? Belki de görünmeyenler gerçekten de görünmez değildir. Belki de biz, onların varlığını kabul etmek istemediğimiz için görünmez olduklarına inanıyoruz. Oysa bir çocuğa uzanan bir el, bir yaşlıya verilen küçük bir tebessüm, yalnız bir insanla edilen birkaç kelam, birinin sessiz çığlığını duymak… Bütün bunlar onları görünür kılmaya yetmez mi? Ve belki de en acısı, hepimizin bir gün bir başkası için görünmeyen olmaya mahkûm oluşudur.
Unutmayın bugün fark edilmeyen, yarın fark etmeyendir. Bugün sırtını dönen, yarın sırtı dönülen olur. İşte bu yüzden, görünmeyenleri görmek insan olmanın en büyük erdemlerinden biridir. Gerçek anlamda etrafınıza bakmayı öğrendiğinizde kimsenin görünmez olmadığını fark edeceksiniz ve belki de görülmeyi beklediğinizi.