Zihnimde susmayan sesler… Kimi zaman fısıltılarla, kimi zaman haykırışlarla büyüyen, genişleyen, sınırlarını zorlayan düşünceler. Bazen geçmişin tozlu koridorlarına, bazen de geleceğin sisli ufuklarına göz dikiyorlar. Her biri bir iz bırakıyor ruhumda. Ve ben, kendi iç dünyamın kuşatması altında, özgürlüğün ve esaretin tam ortasında savruluyorum.
Düşünceler, bir denizin dalgaları gibi gelip çarpıyor zihnimin kıyılarına. Bazıları nazik, bazıları öfkeli. Kimi tatlı bir hatıranın izlerini taşıyor, kimi acının keskin soğuğunu. Gözlerimi kapattığımda bile susmuyorlar. Bir şarkının sözlerinde saklanıyorlar, bir kitabın satır aralarında gizleniyorlar, yürüdüğüm yolların taşlarına siniyorlar. Ne zaman kaçmaya çalışsam, geri dönüp beni buluyorlar. Bir hapishane gibi daraltıyorlar dünyamı, bazen de gökyüzüne açılan bir pencere olup içime nefes dolduruyorlar. Geceleri uyumadan önce gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki karanlık, düşüncelerimin içinde kaybolması için bir zemin hazırlıyor. İşte o anlarda, içimde yankılanan sesler daha da güçleniyor. Kendi içimde, benden başka kimsenin duymadığı bir savaş veriyorum. Zihnimin kuytularında biriken kelimeler, içimde bir nehir gibi akıyor. Kimi zaman dingin, kimi zaman taşkın. O anlarda anlıyorum ki, düşüncelerin sarmalından kaçmak mümkün değil. Her şey bir anıdan doğuyor. Bir kokunun getirdiği eski günler, bir şarkının taşıdığı eksik kalmış bir his… Zihnim bunları durmadan yeniden inşa ediyor. Kimi zaman mutlu bir çocuğun kahkahaları yankılanıyor hafızamda, kimi zaman ise bir vedanın sessizliği. Her hatıra, kendi gölgesini bırakıyor üzerimde. İnsan, geçmişinden kaçabilir mi? Kaçabilse bile, hatıralarından tamamen kurtulabilir mi? Ve sonra gelecek… Belirsiz, sisli ve her zaman bir adım ötede. Düşüncelerim, bana gelecekle ilgili sonsuz ihtimaller sunuyor. Bazen bir hayalin içindeyim; her şey yolunda, her şey istediğim gibi. Sonra aniden başka bir senaryoya düşüyorum; başarısız olmuş, kaybolmuş, yolumu bulamıyorum. Geleceğin bilinmezliği, zihnimi en çok meşgul eden meselelerden biri. Çünkü henüz yaşanmamış bir şeyin bile düşüncesi insanı yorabiliyor. İnsan, olup bitene değil, belki de en çok olacaklara üzülüyor. Düşüncelerim, zamanın sınırlarını aşan bir yolculuk yapıyor. Bir an geçmişteyim, çocukluğumun güvenli bahçesinde. Bir an gelecekte, adını bile bilmediğim bir şehirde, yabancı yüzlerin arasında. Sonra aniden şimdiye dönüyorum. Fakat burada bile tam anlamıyla var olamıyorum. Çünkü zihnim, hiçbir zaman tek bir anın içinde kalmayı başaramıyor. Bazen düşünüyorum; insan düşüncelerinden ibaret mi? Yoksa onlar, bizim inşa ettiğimiz bir hapishane mi? Kendi içimizde dolaşıp duran bu kelimeler, bu yankılar, gerçekten bize mi ait? Yoksa dış dünyadan, başkalarından öğrendiğimiz şeyler mi? Sürekli beynimde dönüp duran bir cümleye, bir fikre, bir korkuya bakıyorum ve onun bana ait olup olmadığını sorguluyorum. Düşünceler, bir zincir gibi ağır. Özellikle de kendine karşı acımasız olduğunda. En sert eleştirmen, en büyük yargıç insanın kendisi değil mi? Başkalarına gösterdiğimiz merhameti kendimize göstermek neden bu kadar zor? Zihnimde, en küçük hatalar bile büyüyüp bir dağa dönüşüyor. Kendimi affetmeyi öğrenmek, belki de en büyük özgürlük. Ama sonra anlıyorum ki, düşüncelerin de bir amacı var. Bizi biz yapan şey, sadece eylemlerimiz değil; düşüncelerimiz, hissettiklerimiz, içimizde taşıdıklarımız. Onlardan kaçmaya çalışmak, kendinden kaçmak gibi. Bunun yerine onlarla yaşamayı öğrenmek gerek. Onların sesini bastırmaya çalışmak yerine, onlarla barışmak gerek.
Düşüncelerin kuşatmasında, çoğu zaman yoruluyorum. Ama sonra anlıyorum ki, bu düşünceler benim yolculuğumun bir parçası. Kendi içimde kaybolmadan, kendimi bulamayacağım. Ve belki de en büyük özgürlük, bu kuşatmayı kabul edip onun içinde var olmayı öğrenmektir. Çünkü insan ne düşüncelerinden kaçabilir ne de onlardan tamamen özgürleşebilir. Ama onlarla yaşamayı, onlardan bir anlam çıkarmayı öğrenebilir. Ve belki de gerçek huzur tam da burada saklıdır.